22 Ekim 2011 Cumartesi

Pazartesi…

Haftanın altı günü çalışırdı; tek tatil günü, umut dolu yeni bir haftanın ilk çalışma günü olan Pazartesi’ydi. Yalnızca iş arkadaşları ve müze çalışanları ile tatil yapabileceği bir tek günü vardı. Kendi de anlam veremiyordu bu “saçmalığa”. Belki de işini sevmemesinin ilk nedenlerinden birisi, buydu. Alışık olduğu düzen değildi bu; eskiden, hafta sonları yapmaktan büyük keyif aldığı şeylerin hiçbirisini yapamaz olmuştu. Hiç hoşuna gitmiyordu bu durum, hatta büyük bir öfke duyuyordu bu duruma, kıskanır olmuştu hafta sonu tatil yapanları.

Haftanın altı günü çalışırdı, yıllar yılı “lanetlenediği” o Pazartesi günü, tek tatil günü haline gelmişti birdenbire. Bir zamanlar Pazar’ı da sevmezdi, Pazartesi yüzünden. Şimdi ise, sevdiği tek bir gün bile yoktu; yatağından umutla uyandığı ve yatağına mutlu uzandığı tek bir günü dâhi yoktu. Şaşıyordu bu duruma, hem bu durumun içene nasıl düştüğüne, hem bu duruma nasıl katlanabildiğine şaşırıyordu. İçten içe kaçıp kurtulmayı istiyordu içinde bulunduğu hayattan, ama bir türlü ilk adımı atacak cesareti bulamıyordu kendinde.

Haftanın altı günü çalışırdı, alışıktı iki gün tatil yapmaya eskiden; şimdi tatil nedir bilmez oldu. En çok çalıştığı günlerde, daha erken giderdi evine; başkalarının aksine. Diğer günler ise, daha geç varırdı akşamları evine. Yine yorgun, bitkin; yine karnı aç, gözleri yarı kapalı, mutsuz ve umutsuz bir vaziyette gelirdi evine. Aç olmasına rağmen zorla iki lokma bir şeyler yeyip, odasına çekilir ve birkaç saat içinde de uyurdu. Bir türlü anlam veremezdi evine neden geç gitmek zorunda olduğuna? İş yerini sevmediği yetmezmiş gibi, evini de sevmezdi; bir türlü ısınamamıştı yeni taşındıkları eve, yeni eşyalara, yeni komşulara; dolmuşa binmeye ısınamamıştı, zor geliyordu. Hepsi, yabancı geliyordu ona. Kendisini “evinde” hissedemiyordu bir türlü kendi evinde. Evsizdi aynı zamanda anlayacağın, çaresizdi.

Evdeyken pek az konuşurdu, vaktini çoğunu “odasında”, kendi başına geçirirdi. Arkadaşlarının yanında konuşurdu, cıvıl cıvıl oluverirdi bir anda; ama şimdi, konuşabileceği arkadaşı da çok fazla yoktu, yalnızdı. Yalnız olmadığı zamanlarda da vakti olmazdı, çünkü haftanın altı günü, geç saate kadar çalışırdı. Alışmıştı yalnızlığa; yalnızlık ona, “başına buyruk” olma hakkını vermişti. Ona kimse karışamazdı, karışanları da dinlemezdi zaten. Başına buyruktu, hep bildiğini okurdu. Böyle olmaktan zaman zaman pişmanlık duyardı, ama bunu değiştirmeye asla çalışmazdı. Huyu değildi bir kere değişmek; kendisi değişeceğine, başkalarını değiştirmeye çalışırdı. Ama onu da çok umursamazdı, zaten başkalarını öyle umursamazdı. Belki de, başına buyrukluğu yalnızlıktan değil, umursamazlıktan kaynaklanıyordu.

Tüm bunlara rağmen, nadiren de olsa umut tohumları yeşerirdi içinde; ona eski günlerini anımsatan bir şarkı duyduğunda, eski bir dostunu gördüğünde, ona “eskiyi” hatırlatan ufacık bir ipucuyla karşılaştığında; hemen umut dolardı kalbi, gözleri de yaş dolardı. Ama böyle anlarla o kadar az karşılaşırdı ki ve o kadar beklenmedik zamanlarda karşılaşırdı ki böyle durumlarla; inanamazdı önce ve sonra inanmak için çabalar, yorulur; ardından gücü yetmezdi bir türlü o ana tutunmaya ve kendisine uzanan bir el ararcasına bakınırdı etrafına ama kimseyi bulamazdı; ve yine kendi yalnızlığyla baş başa kalırdı…  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder